Cani Miyiz Yoksa İtaatkâr Mı?

Psikoloji tarihinde -özellikle de 20.yüzyılda- etik kurallara pek de uymayan birçok deney gerçekleştirilmiştir. Bilim ve etik birbirine uyumlu çalışma çabasında olsa da sosyal psikologlar bilginin peşinde koşarken bazen katılımcıları şiddetli tecrübelere maruz bırakabilir ve insanların psikolojik güvenliklerini gözden kaçırabilir. Gelin hep beraber bu deneylerden birini inceleyelim. İnceledikten sonra neden etik kurallar ile giriş yaptığımı daha iyi anlayacaksınız çünkü bu deney sosyal psikoloji ve belki de tüm psikoloji tarihinin en sansasyonel, en çarpıcı, en rahatsızlık verici deneyi olabilir. (Şahsen kendimi denek olarak o durumda hayal ettiğimde bile içim ürperdi.)
1941-1945 yılları arasında gerçekleştirilen ve döneme damgasını vuran Yahudi Soykırımı herkesi olduğu gibi o sırada Yale Üniversitesi’nde profesör olan Stanley Milgram’ı da derinden etkilemişti. Harvard Üniversitesi’nde sosyal psikoloji doktorası yapan Milgram o dönem yaşanan bu olaydan kendi alanına da bir pay çıkardı. Yahudi soykırımının en büyük organizatörlerinden biri olan Adolf Eichman’ın Kudüs’te yargılanmaya başlamasıyla Milgram’ın aklında şu soru dönmeye başladı: “Eichmann ve Yahudi Soykırımı’nda yer alan yüz binlerce yardakçısı Milgram sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık suçuyla suçlanabilir miydi?” Bu düşüncelerle beraber 1961 yılında Milgram insanların otorite sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçmek için deneyler yapmaya başladı.
Deneylerin birinde 20-50 yaşları arasında, ilkokul terklerden doktora mezunlarına kadar her eğitim düzeyinde olan erkek katılımcıları topladı. Deneyde gözlemci olarak bir teknisyen önlüğü giyen sert ve hissiz görünümlü bir biyoloji öğretmeni konuldu.  Kurban rolünü de bu rol için eğitilmiş İrlandalı-Amerikan bir muhasebeci üstlendi. Kurban ile deney gözlemcisi aslında işbirlikçi olmalarına karşın bu gerçek katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu. Deney gözlemcisi, iki deneğe “öğrenmede cezanın etkisi” hakkında bir deneye katıldıklarını söylüyor; birisinin “öğretmen”, diğerinin de “öğrenci” rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu. İki deneğe birer yaprak kâğıt veriliyordu. Katılımcının, bu kâğıtlardan birinde “öğretmen” ve diğerinde de “öğrenci” yazdığına ve kâğıtların rastgele verildiğine inanması sağlanıyordu. Gerçekte ise her iki kâğıtta da öğretmen yazıyordu ve işbirlikçi denek kendi kağıdında öğrenci yazıyormuş gibi rol yapıyordu. Böylece katılımcının hep öğretmen olması sağlanıyordu. Öğretmen ve öğrenci birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deneyden önce öğretmene 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak öğrenciye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. Öğretmene daha sonra öğrenciye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap yanlış ise her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu. Denekler öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu.  İş birlikçi denek, gerçek denekten ayrıldığı zaman geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu. Bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikâyette bulunmamaya başlıyordu. Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne hâlde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu. Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını gösteren başka davranışlarda bulunuyordu. Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine sırayla; “Lütfen devam edin.”, “Deney için devam etmeniz gerekiyor.”, “Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.”, “Başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız.” diye sözlü uyarılarda bulunuluyordu. Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu üç kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu. 
Milgram, deney yapmadan önce Yale üniversitesinin on dört psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu. Ayrıca Milgram meslektaşları arasında da sözlü bir anket yaparak onların da sadece birkaç deneğin çok kuvvetli şok uygulayacağını düşündüklerini öngördü. Muhtemelen çoğumuz da böyle bir deneyi düşündüğümüzde insanların bu kadar acımasız olamayacaklarını, elbette ki karşısında acı çeken biri olunca durumu sonlandıracaklarını düşünürüz. Ancak deney sonucu bizi büyük bir hayal kırıklığına uğratacaktır. Deneklerin/öğretmenlerin yüzde altmış beşi en yüksek şok seviyesine (450 volt) kadar devam etmiş ve tek bir katılımcı bile daha önce karşılaştıkları voltajın yaklaşık yedi katı olan 300 voltun altında devam etmeyi reddetmemiştir. Bu sonuçlara dayanarak Milgram, ortalama bir insanın masum bir insanı öldürmek anlamına gelse bile “otorite figürü” olarak gördüğü birinin talimatlarına uymaya eğilimli olduğu sonucuna vardı.
“Bu nasıl bir deney, bunu yapmak ne kadar doğru?” diyebilirsiniz. Zaten o dönemde de deney katılımcılar üzerinde yarattığı aşırı duygusal kaygı nedeniyle bilimsel deneylerin etiği konusunda kuşkular uyandırdı. Ancak yine bizi şaşırtacak ki deney sonrasında katılanlar arasında yapılan ankete göre katılımcıların %84’ü bu deneye katılmış olmaktan “memnun” veya “çok memnun” olduklarını ifade etmişler, hatta teşekkür mesajı bile yollamışlardır. Yine de denek devam etmek istemediğini bildirdiğinde ona devam etmesi emredilmiştir. Bu katılımcının istediği zaman deneyden ayrılma özgürlüğünden alıkonulduğuna yorulabilir. Bu da bir etik ihlaldir.
Bu şaşırtıcı sonlu deneyden de gördüğümüz gibi bir başkasının emirlerine boyun eğerken sergilediğimiz davranışların sonuçlarının nerelere gidebileceğini tekrar düşünmeliyiz.
Yazar: Ecem Kozan
Kaynakça: https://evrimagaci.org/

https://ungo.com.tr/

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top
Skip to content