Deprem Yaşantısı Ve Üzerine Düşünceler

Güz dönemi sona ermiş, kısa bir tatil için İstanbul’dan Kayseri’ye gelmiştim. Yorucu bir tempodan çıkmıştım ve bu nedenle zihnimi rahatlatmak için yürüyüş yapıyor, ailemle vakit geçiriyordum. Fazla bir planım zaten yoktu, dinlenmeye gelmiştim. Geleli birkaç gün olmuştu, günün sonunda ertesi gün yapacaklarımı üstünkörü düşünüp uyudum. Genelde düşündüğümüz şeylerin olacağı yönünde kesin bir inancımız vardır değil mi? Gecenin bilmediğim bir saatinde gözlerimi açtım, anlam veremediğim bir şeyler oluyordu. Şıngırtılar duyuyordum, yattığım yer daha önce hiç aşina olmadığım bir biçimde hareket ediyordu. Beş altı saniye uyku, uyanıklık, bilinçlilik, bilinçsizlik zafiyetinden sonra deprem olduğunu anlayabildim. Hızlıca kalktım, hiçbir şey düşünmüyordum. Ev ahalisi de uyanmış bana doğru geliyorlardı. ‘deprem oluyor’ dedik. Ne yapmamız gerektiğini bilmiyor oluşumuzdan bulunmamamız gereken bir yere çöktük. Bu esnada sarsıntı çok şiddetlenmişti. Karanlıkta görebildiğim ve hissedebildiğim kadarıyla etrafımda ne varsa her şey çok şiddetli sallanıyordu ve bitmiyordu. Ya bitecekti ya da gerçekten yıkılacaktık, en azından o anda böyle düşünüyordum. Bir dakikadan daha uzun bir süre sonra azalarak sona erdi. Bu depremin beklenen İstanbul depremi olduğunu düşündüm ama orada deprem olmamıştı. Anında kalın kıyafetler giyerek ve biraz çanta yüklenerek binadan çıktık. Açık bir alana geçtik. Başka bir yerlerin yıkıldığından emindim çünkü Kayseri merkezli şiddetli bir deprem olmamalıydı önceki bilgilerime göre. Başta Şanlıurfa merkezli denildi, sonra Kahramanmaraş merkez üssü olduğunu öğrendik ve büyüklüğünü öğrendiğimizde moralimiz çok bozuldu.
Saat beşe geliyordu. Binaya katiyyen girmezdik. Zaten biz dışarıdayken birkaç şiddetli artçı da meydana gelmiş. Öğlene kadar bekledik, insanların da yavaş yavaş evlerine döndüğünü gördüğümüzde biz de eve geldik. Ufak artçılar hissediyorduk ama sabah yaşanan afetten sonra onlar bizi tedirgin edecek büyüklükte değillerdi. Bu esnada telefonla arkadaşlarla, akrabalarla konuşuyordum. Saat öğlen bir buçuğa yaklaşıyordu. Televizyon karşımda açık, telefonda konuşurken küçük bir sallantı daha hissettim, hatta şu anda da artçı oluyor derken ekrana son dakika uyarısının düşmesiyle eşzamanlı bir sallantı daha başladı. İkinci büyük deprem başlamıştı. Yine yerimden hızlıca kalktım, kardeşim içeriden geldi ve sabah yaşadığımız sallantının aynısı başladı. Zihnim bana şunu söylüyordu, ‘sabahki depremde bu bina iyice zayıfladı, şimdi ise dayanamayıp çökecek.’ Gündüz olduğu için her şeyi çok net görüyordum. Kapılar kapanıp açılıyor, yer zaten altımızda kayıyor, duvarların dahi sallandığını fark ediyordum. Mutfaktan, evin diğer odalarından rahatsız edici sesler geliyordu; sanki kullandığımız ev ve eşyalar bize düşman kesilmişlerdi. Ya da belki de biz haddinden fazla benimsemiştik onları ve istemediğimiz gibi davrandıkları için korkuyorduk. Güvenmiyorduk, anlayamıyorduk. Yine bir dakikanın üzerinde sallandıktan sonra bitti ve yine merdivenlerden aşağı ikişer üçer koşmaya başladık.
Panik dolu, korkunun, kaygının üst düzeyde olduğu yaşantımız buraya kadardı. Depremlerin gerçekleştiği günü ve ardından gelen bir haftayı nasıl geçirdiğimi tanımlamaya çalışacak olursam; iştahım tamamen kesilmişti, uyku düzenim bozulmuştu. Müzik dinlemek doğru gelmiyordu ve istemiyordum da. Aylardır beklenen kar yağmıştı ama normalde hemen herkesin çok mutlu olduğu bu yağış hiç tat vermemişti. Deprem bölgesine yapılan yardımların bir ucundan tutmaya çalışıyorduk, yağmacı haberlerine karşı tarifsiz bir öfke yaşıyordum, sağlam olmayan yapılar yaparak kolay yoldan daha fazla para kazanmak üzere insanların hayatıyla oynayanlara öfke besliyordum, daimi.
Şimdi ise depremin üzerinden neredeyse bir ay geçti. Artçılar devam etmekle beraber gerçekten sallanalım veya sallanmayalım, her halükârda günün birden fazla anında sallandığım hissine kapılıyorum. Her sabah uyanırken sallandığımı hissedip gerçek olmayan sallantı nedeniyle uyandığımı düşünüyorum ve telefonu alıp ‘kandilli deprem’ aramasını yapıyorum veya fanusa bakıp su hareket ediyor mu diye kontrol ediyorum. Bazen gerçekten de gerçekleşen artçı bir sarsıntıyı da ‘zihnimin bana oyunudur herhalde’ diye es geçiyorum. Konuştuğum birçok insanın da benzer hallerde olduğunu öğrendiğim için içim bu yönüyle rahat.
Bu zaman diliminde iletişim kurmanın da önemini farkettim. Doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen her birey bir şeyler anlatmak istiyor. Bazen dinlememiz gerekiyor, bazen de anlatmamız gerekiyor çünkü hepimiz bunun bir parçasıyız. Duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşantılarımızı bizi dinleyecek birilerini bulduğumuzda anlatabiliriz. Aynı zamanda anlatmaya ihtiyacı olabilecek kişilerin de olduğunu düşünerek sosyal açıdan güvenilir ortamlarda onlarla beraber olabiliriz. Gün boyu televizyon haberlerini seyretmenin bunu yapmaktan daha faydalı olduğunu düşünmüyorum.
Yazının başlarında söylediğim bir ifade vardı. ‘Genelde düşündüğümüz şeylerin olacağı yönünde kesin bir inancımız vardır değil mi?’ Muhtemelen ertesi sabah herkes uyanıp planladıkları işleri yapacaklardı, muhtemelen derslerimize odaklandığımızda başarıyla mezun oluruz, muhtemelen bir yolu şu kadar sürede aldıktan sonra varmak istediğimiz yere ulaşırız gibi sonucundan emin olduğumuz senaryolarla yaşıyoruz. Es geçtiğimiz noktanın bir tarifini şöyle vermeye çalışayım; duygularımızın, bilişsel yeteneklerimizin -örneğin planlama becerilerimizin- zihnimizde inşa ettiğimiz gelecek düşüncesinin, geçmişi anlamlandırışımızın, şimdiyi algılayışımızın tümünün genel bir yaratım olduğunu kabul etmemiz yanılgısı olduğunu düşünüyorum. Yani Herakleitos’un nehrini çoğu kez kendimiz yaratıyormuşuz gibi bir düşünceyle planlar yapıyoruz, yaşıyoruz. Oysaki nehir akıyor ve biz de her türlü etkisiyle içerisinde bulunuyoruz. Yalnızca oradaki seyir içinde kendimizi yönlendirebiliyoruz.
Yaşadığımız sıradan olaylardan da, doğal afetlerden de kısacası hayatta karşılaşacağımız her türlü olay ve durumlara ruhsal açıdan sağlıklı bakabilmenin koşulunun temelde yaşamın iplerinin tamamıyla bizim elimizde olmadığını kavrayabilmek olduğunu söyleyebilirim. Bu hiçbir şeyden sorumluluk almamak anlamına gelmiyor. Aksine sorumluluklarımızı belirginleştiriyor.
Kendimizden, yakınlarımızdan, yakınımız olmayanlardan, havadan, sudan, yerden kesinlikle sorumluyuz. Eylemlerimizin sonucunda kargaşa oluşacaksa bunu önceden düşünüp tartmamız insani bir sorumluluktur.
Yazar: Taha Yasin Ünal

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top
Skip to content