The Worst Person in the World ; Kişisel Özgürlüğümüzün Peşinde

The worst person in the World 12 bölüm bir prolog ve bir epilogdan oluşan ve her bölümünde bizi başkarakterimizin, Julie’nin , hayatından farklı bir döneme götüren, izlerken illa bir noktada kendinizi bulacağınız samimi ve şeffaf bir hayat hikâyesini anlatıyor.
Filmin ilk sahnesi Julie’nin lüks bir terasta dalgın bir şekilde sigara içmesiyle başlıyor ardından flashback yoluyla üniversite yıllarına geçiyoruz. Prolog kısım olarak anlatılan bu bölümde başarılı bir tıp öğrencisi olan Julie’nin vücuda değil zihne merak duyduğunu çözmesiyle birlikte alan değiştirip psikolojiye ilgi duyması ancak kısa bir süreden sonra asıl tutkusunun fotoğrafçılık olduğunu çözmesini anlatıyor. Bu kısımları izlerken bir insanın kendini bulmasının zorluğunu anlıyor ve karaktere hoşgörüyle yaklaşıyoruz.


Ancak film ilerledikçe Julie’nin kendini bulma yolculuğu da derinleşiyor. Yirmilerinin sonuna geldikçe onu gençlik ve yetişkinliğin sınırları içerisinde kendine yer ararken buluyoruz. İlerleyen bölümlerde erkek arkadaşı Akselin Julie’yi durağan ve düzenli bir hayata çekmeye çalışmasını izliyoruz. Fakat Julie’nin bu yaşam tarzında kendine bir yer bulamayışı zamanla onu ve ilişkisini yıpratmaya başlıyor. Karşısındaki insanın hayattaki yeri ve amacının belirli oluşu fakat Julie’nin okul bittikten sonra hala kendisini çözmek için geçici olarak bir kitapçıda çalışmasının onu zaman zaman etkilediğini görüyoruz.


Hayatta her şey beyaz ve siyah değildir. Her şey o kadar keskin sınırlarla çevrelenmez. Bazen grilerin içinde yol bulmaya çalışırız ya da kaybolmaya. Buna kişisel özgürlüğümüzün rengi diyebiliriz. Julie karakteri bazı noktalarda kendinden gayet emin ve özgüvenli ve topluma ayak uydurabilen bir bireyken yeri geldiğinde onu bu somut dünyaya ait olmadığı anlarda buluyoruz. Julie’nin bu toplumla derdi ondan hemen bir yetişkin oluşturmaya çalışmasından mıdır? Toplumsal bazı normları; ev kurmayı, çocuk sahibi olmayı herkes gerçekten ister mi yoksa bu toplumun bizden beklediği için ona verdiğimiz bir şey midir? Bizden istenileni yapmazsak yolumuzu mu şaşarız?
Peki, bu yoldan saparsak dünyanın en kötü insanı mı oluruz?


İlerleyen bölümlerde gördüğümüz sadakatsizliği, bazı anlarda kendinden başka hiç kimseyi önemsemeyişi ya da hayatta hiçbir şeyden en çokta o kadar denemeye rağmen kendinden bile memnun olmayışı zaman zaman Julie’ye empati yapmamızı zorlaştırsa da içimizde bir yerde biliyoruz ki bizde o noktalarda bulunduk ve sınırlarda gezindik. İyiliğin ve kötünün, hataların sınırında. İnsanlar hata yapabilir ama bunun dozajı nedir ne zaman kendimizi affetmeyi bırakırız? Filmin beni belki de en çok düşündüren yönü bu oldu. Çünkü başkalarına göre, topluma göre, yaşadığımız zaman kaçırdığımız olasılıkları ve olabileceğimiz onca şey varken sadece süregelmiş bir normu sürdürmeyi seçmemek yanlış bir yol gibi gelir. Belki de filmi izleyen çoğu kişinin, özellikle kadınların Julie’de duygu-deneyim dediğimiz şeyi iliklerine kadar hissetmesine sebep olan şey çağımızın büyük bir problemidir. Film Oslo gibi modern bir şehirde geçip bize dar bir erkek perspektifi sunmamasına rağmen Julie’nin yaşadığı zorluklar aslında evrenseldir. Julie hepimizin geleceği düşününce içinde doğan buhranların içindeki gerçek bir yanılsama. Bu filmin konusu belki de insanlığın en eski hikâyesine yer verse de hala en taze ve en derinlerimizdeki yaralara değiniyor.


Hayatta her zaman iyi ve doğru davranamayabiliriz. Her zaman doğru yolları seçemeyebiliriz. The worst person in the World bize bu nokta da hangi seçimin doğru olduğunun önemine değil de kişinin kendisini bulmak için girdiği her yolun yaşanması gereken bir deneyim olduğunu öğretiyor. Sizde kendi yolculuğunuza benzer bir hikâye izlemek isterseniz ben Julie’nin hikâyesini izlemenizi kesinlikle öneririm.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top
Skip to content